Haberler

Küresel Barış İçin Küresel Zekat

27-07-2010

Dinlerin ortak öğretisi, sevginin ve paylaşmanın daha huzurlu toplumlar yarattığı yönündedir.

Dünya tarihine baktığımızda insan hayatını etkileyen olgular arasında toplumda en uzun süreli olarak etki alanını koruyan olgunun dinler olduğunu görürüz. Dinler, kültürlerden, yönetim sistemlerinden, şirketlerden, imparatorluklardan, hatta süper güçlerden daha uzun bir yaşama sahip. Bunun temel nedeni dinler arasında şekilde önemli farklılıklar olmasına rağmen, din olgusunun ana fikir olarak toplumsal yaşamın sürekliliğine ilişkin ilkeleri esas almış olmasıdır. Özellikle büyük dinlerin ortak ilkelerinden birisi de toplumsal dengenin sürdürülebilmesi icin çevremizdekilerin sorunlarına ilgi duyma ve onlara yardım etme sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirmek dünyanın geleceği ile ilgili risklerin de kontrol edilmesine yardımcı olur. Dünyadaki insanların beşte biri günde $1 doların altında gelirle aşırı fakirlik düzeyinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Günde $2 doların altında gelire sahip olanlar ise dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor. Gelişen teknolojilerle gün geçtikçe küçülen bir dünyada öne çıkan `Dünya Vatandaşlığı` kavramı her birimize kişisel ve toplumsal sorumluluklar yüklüyor. Özellikle küresel nitelik kazanan krizler hepimizin aynı gemide olduğu anlayışını herkese acımasız bir şekilde hatırlatıyor. Son yirmi senede gelişmiş ülkelerle fakir ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumu, ülkelerin kendi içindeki gelir dağılımlarından daha çok bozuldu. Küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilinci ise maalesef yeterince oluşmadı. Ancak, bu durumun kader olmadığını, vurgulamakta fayda var. Dünya Bankası`nın bir raporuna göre (i) 1965`ten bu yana gelişmekte olan ülkelerin kişi başına gelir düzeyleri iki mislinden fazla artmış. (ii) Son 40 yılda gelişmekte olan ülkelerde beklenen yaşam süresi 20 yıl artmış. (iii) Son 30 yılda gelişmekte olan ülkelerde okuma yazma oranları %50`den %75`e yükselmiş (iv) Son 20 yılda Dünya nüfusu 1.5 milyar artarken, günde $1 dolardan az bir gelirle geçinen insanların sayısı 200 milyon kadar azalmış. İki binli yılların başında 189 ülkenin ortak deklarasyonuyla 2015 yılına kadar Dünya`da fakirlikle mücadele için bir atılım yapılmasına karar verildi (Millenium Development Goals – MDG). Bu deklarasyona göre 2015 yılına kadar (i) günde $1 doların altında gelirle yaşayan insan sayısının yarı yarıya azaltılması, (ii) her çocuğun ilk öğretim hakkından faydalanmasının sağlanması, (iii) beş yaşının altındaki çocukların olum oranlarının bugünkü oranların 1/3`ü seviyesine indirilmesi, (iv) doğumdaki ölüm oranlarının bugünkü oranın 1/4`ü seviyesine indirilmesi, kararlaştırıldı. Ancak, 2010 yılına kadar gösterilen performans, mevcut sistemler ve yardım miktarları ele alındığında bu hedeflere ulaşmanın mümkün olamayacağı belli oldu. Toplumların küresel sorumluluk bilincinin bir göstergesi olarak her sene fakir ülkelere yaptıkları yardımlara GSMH`nin oranı olarak bakılabilir. Bu göstergeye bakıldığında ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor: OECD ülkeleri ortalama olarak GSMH`nin sadece binde 2.4`ünü yardım olarak ayırıyorlar. Bu göstergeye göre en iyi performans %1 oranı ile Danimarka`nın. En düşük performans ise binde 1 oranı ile A.B.D.`ne ait. Fakirliğe çözüm bulmak için yardımların artması konusunda kriterler belirlerken, dinlerin öğretilerinden de faydalanılabilinir. Örneğin, müslümanlıktaki zekat uygulaması insanlarin kendi yaşamlarını sürdürmek için gerekli olanın dışındaki birikimlerinin 1/40`ını çevresindeki fakirlerle paylaşmasını öngörür. Eğer dünya vatandaşlığı kavramı ciddiye alınıyorsa, dünya ortalamasının üzerindeki gelirlerinden benzer bir oranın fakirlikle mücadele için kullanılması hedeflenebilir. Milyarlarca dolarla ifade edilen savunma harcamalarındaki artış yerine fakir ülkelerin gelişmesine yardım edilmesinin küresel barışa ne kadar katkıda bulanacağı, ve riskleri azaltma konusundaki etkinliği iyi değerlendirilmelidir. Özellikle finansal krizle birlikte mali durumları ciddi olarak bozulan ülkelerin kısıtlı kaynaklarını daha etkin kullanma yönündeki çalışmaları bu konuyu da göz ardı etmemeli. Dinlerin ortak öğretisi, sevginin ve paylaşmanın daha huzurlu toplumlar yarattığı yönündedir. Küresel vatandaşlık bilinci doğrultusunda insanlarin bencillikten arınıp, daha dengeli bir gelir dağılımı olan bir dünya hedeflemeleri küresel barışı artıracaktır. Yardımın miktarı kadar, ne kadar etkin kullanıldığı da büyük önem taşıyor. İnsanlara balık vermekten daha önemlisi, balık tutmayı öğretmektir. Bu nedenle, çocukların ve gençlerin eğitimine ayrılacak kaynaklar getirinin de daha sürekli olmasına yardımcı olur. Yine önemli öğretilerden birisi de yardımın hak etme prensibi gözetilerek yapılmasıdır. Yardımı alanların da bunu verimli kullanma sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır. Hak etmenin en iyi göstergesi de verimli kullanımın tescilidir. Fakirliğin önlenmesi için yardımları artırmayı düşünenlerin, diğer uygulamalarının da fakirliği artırma yönündeki etkilerini de hesap etme sorumluluğu vardır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücü olan sınırlı alanlarda ticaret serbestisini azaltmanın, tarım alanında büyük subvansiyonlarla küresel pazarların bozulmasına yol açmanın fakirliği artırma etkileri de göz ardı edilmemelidir. Özetle, daha yaşanabilir bir dünya için küresel paylaşma kültürünün gelişmesine destek olmak hepimizin görevidir. 26 Temmuz 2010 Dr. Yılmaz ARGÜDEN www.arguden.net

Toplam